Kısa Bir Ömür, Uzun Bir İz: Kelebeğin Rüyası’ndan Geriye Kalanlar

 Bazı filmler vardır, izlerken sizi sarsar ve ardından derin bir sessizlik bırakır. Kelebeğin Rüyası işte tam da böyle bir film. Film boyunca bizi saran o ince hüzün, belki de yaşamın kendisine dair bir hatırlatma. Hayatın, tıpkı bir kelebeğin kanat çırpışı gibi anlık olduğunu hatırlatıyor. Ve belki de asıl soru şu: Hayat gerçekten bu kadar kısa mı, yoksa biz mi yaşamın anlamını kaçırıyoruz?

 İlk bakışta, bir aşk hikâyesi gibi görünebilir. Ancak alt katmanlarında, hayatın acımasız gerçekleriyle şiirsel bir şekilde yüzleşen iki genç şairin hikâyesi yatar. Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu, belki de adları şiir dünyası dışında pek duyulmamış iki şairdir. Ancak bu film, onların kayıp hikâyelerini bizlere yeniden hatırlatıyor, belki de şair olmanın anlamını sorgulatarak.

Peki, şiirle nefes alan bu gençlerin hayatı neden bu kadar trajiktir? Yoksa biz mi trajedi arar olduk her öyküde? Şair olmanın hafifliği ya da belki de ağır yükü, insanın hayatını bu denli kırılgan mı kılıyor? Kelebeğin Rüyası, gençliğin en parlak zamanında savaşın ve veremin gölgesinde, kelimelere sarılan iki arkadaşın hayallerini ve kaybolan umutlarını gözler önüne seriyor. Bize sorduruyor: Umutsuzlukla gelen yaratıcılık, gerçekten de bir lütuf mudur yoksa ceza mı?

Bir Filmin Anlattıkları, Yaşamın Saklı Gerçekleri

Film, bir dönem filmi olmanın ötesinde, aynı zamanda bir medeniyetin, toplumun içsel sorgulamalarına da ışık tutuyor. Bir yanda yoksulluk, savaş ve hastalık, diğer yanda ise edebiyatın, şiirin, sanatın büyüleyici dünyası... Muzaffer ve Rüştü, hayatın acımasız gerçeklerine karşı şiirlerini bir silah gibi kullanıyor. Ama ne yazık ki bu silah, sadece zihinlerinde bir direniş yaratabiliyor. Sonunda yenik düştükleri şey sadece hastalık mı, yoksa şiirlerine yeterince inanılmaması mı?

İnanmak ya da inanmamak. İşte tüm mesele bu.

Bir Aşk Hikâyesi mi, Yoksa Umudun Peşinde Bir Yolculuk mu?

Şairlerin hayatında aşk her zaman bir tema olmuştur ama bu filmde aşk, umutla ve ölümle el ele yürür. Suzan'ın (Belçim Bilgin) şairlere olan ilgisi, onların kısa ama derin yolculuğuna anlam katar. Peki, bu aşk bir kurtuluş mu, yoksa sadece bir avuntu mudur? Kelebeğin Rüyası, aşkın bu iki tarafını da bizlere sunar. Aşk, bazen bir umut ışığı gibi görünse de, acımasız hayatın ortasında yok olup gitmeye mahkûm olabilir mi? Kendini yazılarda ararken aşkı karşında bulmanın dayanılmaz mutluluğu ne kadar sürer?

Filmdeki görsellik ise adeta bir şiir kadar güzel ve ince işlenmiştir. Zonguldak’ın o puslu, kasvetli atmosferi, sanki karakterlerin iç dünyasını yansıtır. Bir bakıma doğa, filmin sessiz bir karakteri gibidir. Bir sahnede, karakterlerden biri doğaya bakarken, derin bir iç çekişle sorar: "Bu dünya bize göre mi?" Yazarların dünyası gerçekten bizim dünyamızdan farklı mı? Onların acı çekme biçimi ya da mutluluk arayışı daha mı yoğun? Ve aşk, en büyük acıların tümünü yıkacak güçlükte bir elmas mı ?

Filmde, Rüştü Mediha'ya “Senin hastalığın bile güzel, sen olan her şey güzel.” diyor. Zorluklara, hastalıklara ve kedere rağmen sevmek… Bu, belki de en zor ama en anlamlı eylemlerden biridir. Sevmenin bedeni iyileştiremeyeceği aşikâr, ama kalplerde yarattığı mucizeler inkâr edilemez. En zalimin boynu bile sevdaya, sevgiye eğiliyor. Sevgiyi anlatmak için yazılara taşan kelimeler daha ne yapabilir ki insanlara...

 Rüştü'nün Mediha'ya söylediği o cümle, belki de yazılamayacak kadar derin bir aşkın ifadesidir. Anlatılmak isteneni anlamak için belki de sadece hissetmek gerekir.

Bu noktada şu soruyu sormak kaçınılmazdır: Bir şeyi gerçekten anlamak için neye ihtiyaç duyarız? Anlam, her zaman kelimelerde mi gizlidir yoksa bazen duygular mı daha derin bir anlatım sağlar? Sevgi gibi karmaşık ve derin bir olguyu kelimelere sığdırmak her zaman mümkün müdür?

Siz Ne Düşünüyorsunuz?

Film bittikten sonra aklınıza şu sorular geliyor olabilir: Sanat, insanı gerçekten iyileştirir mi, yoksa sadece acıyı daha estetik bir biçimde yaşamamızı mı sağlar? Kelebek misali kısa ömürler, arkalarında uzun soluklu şiirler ve yazılar mı bırakır, yoksa bu rüyalar dağılır mı? Sevgi, acılara karşı bir kalkan mı, yoksa acıların içinde bile bir sığınak mı? Kelebeğin Rüyası, bu soruların cevaplarını size bırakıyor. 

Belki de film boyunca hissettiğimiz şey tam da budur: Kelimeler her şeyi anlatamaz ama hissettirir. Yazıyı bitirirken Rüştü Onur'un şiiri ile kapatıyorum.

Tanrım açamadık içimizi
Artık buluşmamız mahşere kaldı.

Ne yelken ne gemi var limanda
Kaçmak bir uzun sefere kaldı.

Mercan bir sahildeymiş gemiler
Bulmak kasvetli günlere kaldı.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kimlik ve Maskeler: Sosyal Medya Ve Hayatta Varlık Felsefesi

Görmekle Susmak Arasında: Bir Kehanetin Bedeli:Kassandra’nın Laneti

Edebiyat ve Bilimin Kesiştiği Nokta: SANAT TERAPİSİ